22 Kasım 2016 Salı

Kervansaray

Mini mini bir kuş donmuştu
Pencereme konmuştu
Aldım onu içeriye
Cik cik, cik cik ötsün diye
Pır pır ederken canlandı
Ellerim bak boş kaldı

   İlkokulda severek söylediğimiz şu küçük şarkı şu an ne kadar komik görünüyor değil mi? Üzerinden yıllar geçmesine rağmen istisnasız birçoğumuzun hatırladığı, duyduğunda, güldüğü ve hatta dalga geçtiği bir şarkı. Eminim birçok kişi şu şarkıyı sayfanın başında gördüğü an okumaktan bile vazgeçecektir. Ne kadar trajikomik değil mi? İnsanların gülüp eğlendiği, "Çocuk" şarkısı diyerek dalga geçtiği şarkının ironik olması. İnsanların bu şarkıda komik bulduğu şey aslında görünen kısmıdır. Görünmeyen kısmıyla ilgilenenler ise çok azdır. Bazıları bunun farkındadır, bazıları ise farkında olduğu halde kabullenemeyenler. Çünkü arka plandaki kısmı biraz ağırdır ve gerçeklik payı vardır.
   Bu şarkı zihnimize öyle bir yer etmiştir ki yıllar sonra bunun psikolojisini üzerimizde görmekte gecikmeyiz. Şimdi, görünmeyen kısmı yani arka planda kalan tarafı bir ele alalım. Ne kaybederiz ki?

   "Mini mini bir kuş donmuştu.
    Pencereme konmuştu."
 
Burada hayatınıza girebilecek ya da girmiş olan insanları düşünün. Gerçek anlamda bedeninizden içeri girip kalbinize yerleştiğini farz edin. Yeni kişilerden bahsediyorum ve buradaki kişiler hep yeniler olacaktır. Ya yardımına koştuğunuz biri ya da gerçekten hoşlandığınız bir kişi. Yalnız bu düşüncelerinizin aynısının karşı tarafta da olduğunu unutmayın. Her ne kadar sizin hayatınıza biri giriyorsa onların hayatına da birileri giriyor. En basitinden onun sizin hayatınıza girmesi sizinde onun hayatına girmesi gibi karşılıklıdır bu durum.

   "Aldım onu içeriye
    Cik cik, cik cik ötsün diye"

Burada kişi tam anlamıyla artık hayatınızdadır. Onu benimseye ve özümsemeye çalıştığınız noktadır. Kısacası can verirsiniz ve hayatınızdan ona bir parça katarsınız. Her halukarda hayat enerjinizi harcamak zorunda kalırsınız. Çünkü değer veriyor, ilgi duyuyor ve onu seviyorsunuzdur. O artık hep ordadır çünkü benimsemişsinizdir.

   "Pır pır ederken canlandı
    Ellerim bak boş kaldı"

Artık hayatınızda ki kişi hareketlenmiştir, gidecektir ve zaman, mekan dinlemez. Gerçekte öyle değil midir? Biriyle tartıştığınız an, ya da sevdiğinizden ayrıldığınız an hep büyük şeyler olmamış mıdır? Hareketlilikten kasıt budur. Kabullenmesi en zor olan yerdir burası. Ufak ya da büyük hatalarla ayrılık doğuran tartışmalar, ölümler, vedalaşmalar.  Daha sonra elleriniz bomboş kalır. Sonrada geriye yalnızca siz kalırsınız, yalnızca siz. Bir başınasınızdır. Yanınızda kimse kalmaz ve bu kez o pencereye konan kuş siz olursunuz. Emin olun bu durum sürekli tekerrür edecektir.


Şimdi bir düşünün bakalım. Çocukluğumuzdan gelen bu küçük şarkının vermiş olduğu etkiyi bir de bu açıdan düşünün. Gerçekten öyle mi?
Muhtemelen benim fikrimin burada bir önemi yok. Ama yinede söylemek istiyorum. Neden yoldan geçen bir kervan gibi sürekli insanların hayatlarına girip yakıp, yıkıp mahvedip çıkıyoruz? Çünkü beğenmiyoruz. İnsan beğendiği şeylere hiçbir vakit kıyamaz. Ancak beğenmediği şey olursa ne kadar dibinde, yakınında, hayatında olursa olsun kırmaktan çekinmeyecektir. İnsanların kalplerine giriyoruz ve beğenmiyoruz. Kabul etmek gerek. Olduğu gibi kabullenmeyi seçmeyip, güzel yanları görmeyip, sürekli aradığı motifi bulana kadar kalpten kalbe gezen, her izini bıraktığı kalbi de peşinden sürükleyen nankör ve bencil insanlarız.

Kervansarayların özelliği de budur. Her gezgin orada konaklar, yer, içer ve kalıntıları toplamak kervancıbaşına düşer. Şimdi şunu soruyorum. Neden o konakladığınız kervansarayda misafir değil de bir oda satın almıyorsunuz? Sizce bu farklılıkla, bulunduğu yeri sevmekle ve ondan hoşnut olmakla aynı anlama gelmez mi?

Korona mı insan mı?

Merhaba çok değerli arkadaşlar, size iyi niyetimle azıcık da olsa kendimden bahsedeceğim. Yalan söylemeyeceğim, insanlardan hatta insanlıkta...