27 Mart 2020 Cuma

Korona mı insan mı?

Merhaba çok değerli arkadaşlar, size iyi niyetimle azıcık da olsa kendimden bahsedeceğim. Yalan söylemeyeceğim, insanlardan hatta insanlıktan elimi ayağımı çekeli çok olmadı. Benim için artık insanlık namına yapılacak hiçbir şey yoktu. Ama bir gece çok değerli dostum Vicdan'ım bana gelerek dedi ki: "Ne yapıyorsun sen? Her şeyden bu kadar çabuk mu vazgeçeceksin? Sen sanatçı olma yolundasın. Bu kadar kolay pes edemezsin! Hâlâ yapılacak çok işimiz var seninle. Unutma ki, hâlâ insanlıktan nasibini almış kişiler var ve onlarla emin ol karşılaşacaksın. Unutma ki başının arşa değdiği an birlik olduğun andır." Her ne kadar istemesem de vicdanımla derin bir muhasebeye giriştik ve işte gördüğünüz gibi karşınızdayım.

Evet, çok sevgili arkadaşlar, neler yapıyoruz?Diye sordum ama bu soruyu ben cevaplamak istiyorum. Çünkü herbirimiz birbirimizin az çok, eksik ya da fazla olarak neler yaptığımızı özellikle şu son zamanlarda çok iyi biliyoruz. Delirmiş gibi ders çalışıyoruz, çıldırmış gibi dizi ve film seyrediyoruz, hunharca kitap okuyor ve kıtlıktan çıkmış gibi yemek yiyoruz. Esasında bunun ne derece doğru olduğu şüphe götürür. Aslında bu yanlış bir şey değildir, tabii ki belli aralıklarla yapıldığı müddetçe. Bir insan bir şeyi sürekli ve ısrarla yaparsa artık beynini uyuşur vaziyete sokmaktan geri kalmaz. Bu tür şeyleri sıkça ve aralıksız yapmaya başladığımızda beynimiz artık onlara tepki göstermez, çünkü alışır. Bir müddet sonra boş bakar, boş okur hale geliriz ve yaptığımız şeyden zevk alamaz oluruz. Bu da yeterli verimi yakalamayacağımız anlamına gelir. Pekâlâ düşünmek ve hissetmek için kendimize ne kadar vakit ayırıyoruz? Neredeyse hiç! Kendimizi ev hapsine kapattığımız gibi zihnimizi de hapsediyoruz. Her şeyden önemlisi akıl sağlığıdır bunu lütfen unutmayın.

Özlüyoruz değil mi? Sevmediğimiz insanların olduğu ortamlarda bile bulunmayı özledik değil mi? "Sıkıldım," dediğimiz o bunaltıcı zamanları bile özledik. Bakın ne oldu? Bir virüs çıktı ve bizleri evimize hapsetti, sonucunda da en sevmediğimiz anların bile ne kadar kıymetli olduğunu veya olabileceğini hatırlattı bizlere. Artık kendimizi eve hapsettiğimiz için başkalarını çok iyi görüyoruz. Üzdüğümüz, acımadan kırıp incittiğimiz ve sonucunda ev hapsine mahkum ettiğimiz, yalnızlığa sevk ettiğimiz onca canı artık çok iyi anlıyoruz bence.

Artık onları görebilmek için hiçbir şey de yapamıyoruz. Bazılarımız yüzlerini görmek bile istemediğimiz insanları göremeyecekleri için mutlular. Dahası bazılarımız bunu düşünmekle kalmayıp dile getirmekten de hiç çekinmiyor. "Bir de iyi yönünden bakın, artık görmek istemediğimiz insanları göremeyeceğiz, ha ha ha!" Bu ne vahşice, sorumsuzca ve gaddarca bir şey! İnanın bana her şeyi sorumsuzca alaya alıyor ve görmezden geliyoruz. "Oy korona korona," diyerek dalgaya alıyoruz ve bakın sonucunda 75 kişi öldü ve daha da çok insan kaybı yaşayacağız. Yani insan hayatını bu kadar basite almak ve sorumsuz davranmak bana çok canice geliyor. "İyi ya ölen 75 kişi var, çok değil." Yapmayın lütfen, biraz duyarlı, merhametli olun lütfen! O 75 kişi tıpkı sizin şu anda olduğunuz gibi bir zamanlar nefes alıyordu, gülüyor, eğleniyor, müzik dinliyor, dans ediyordu. Bir insan hayatının yok olması gerçekten bu denli basit mi? Ya cenazeler ne olacak? Ya arkada bıraktıkları? Eş, dost, akraba, anne, baba, çoluk çocuk ne olacak? Ayıptır, lütfen yapmayalım!

Bakın şimdiye dek hatırlayabildiklerimi yazacağım sadece. Gölcükte öldük, 15 Temmuz'da öldük, Elazığ'da öldük, karın altında kaldık ve yıllardır da şehit veriyoruz, halen de vermekteyiz. Şimdi de bir korona çıktı ve ölmeye devam ediyoruz. Hepimiz öleceğiz merak etmeyin ama bu denli basite de indirgemeyelim lütfen. Bana göre "Ölüm," kelimesini söylerken bile insanın içi titremeli. Hayat o kadar kolay kazanılan bir şey değildir ve giden sadece bir nefes olmuyor. Onca yıl, emek, sevgi, aşk, çalışma ve arkadaşlık gidiyor ve bunlar o kadar da kolay kazanılmıyor maalesef.

Biliyor musunuz? Bir insanın hayatına son vermek aslın da çok kolay. Çünkü biz cinayeti çok yanlış anlamışız. Cinayet dediğimiz de sadece kesici aletlere veya silaha ihtiyaç duyulmaz. Düşüncesizliğimizle, yaptıklarımızla veya yapmadıklarımızla birçok insanın ölümüne sebebiyet vermiş olabiliriz de. Psikolojisini bozduğumuz, ruh sağlığını çöküntüye uğrattığımız birçok insan belki kalbi zayıf düştüğü için bir kalp krizi geçirerek belki de bir tür kansere yakalanarak hatta en basitinden depresyona girerek hayatını kaybetmiş bile olabilir. Depresyonu basit olarak algılamayalım lütfen. Gelip geçici olabilir veya olmayabilir de. Ama ölümcül sonuçlar doğurduğu ve dünyada yüzlerce hatta binlerce insanın sırf depresyon yüzünden hayata gözlerini yumduğu gözler önüne serilmiştir.

Bunlardan ve bunlara karşılık sonuç ortaya çıkaran en önemli şeylerden birisi düşüncesizliktir ve bir diğeri de bencilliktir. Evet, evde oturuyoruz, oturmak zorundayız da. Ama sadece evde oturmak da tek çözüm değil bence. Dışarı çıkın, elbette çıkın ama sadece "İhtiyaç," için çıkınt lütfen! Bir de ne kadar şanslı olduğunuzu düşünün lütfen. Ya ihtiyaç için bile evden çıkamayanlar ne yapsın? Emekli maaşı ve bankada birikmiş parası olmayanlar ne yapsın? Peki ya soruyorum, ay sonunu bile getiremeyen ama çalışmak zorun da olan insanlar ne yapmalı? Yeri gelmişken buradan sağlık personellerimize ve bu hastalık için mücadele veren diğer tüm çalışanlarımıza saygıyla boyun eğiyorum. Soruyorum size şehir dışında kalan, ailesinin yanına ulaşamayan, maddi durumu sıkıntı da olup da ihtiyacını gideremeyen hiç mi arkadaşımız yok? Kendine bakamayacak kadar yaşlanmış ve yine ihtiyacını gideremeyecek durumda olan hiç mi kapı komşumuz yok? Birinin sesini duymaya hasret kalmış, bir "Alo," ya muhtaç hiç mi kimse yok? Neden bir şeyler yapmıyoruz? Ama ben size ne yaptığımızı söyleyeyim: çıldırmışçasına marketlere koşup, büyük bir açgözlülükle rafları boşaltıyoruz, sanki açlıktan ölecekmişiz gibi veyahut kıtlık varmış gibi. Açın halinden anlamıyoruz ki, yıllardır bu dünya üzerinde halen açlıktan ölen insanlar var ve hatta bir günde duşta harcadığımız suyun miktarıyla bir hafta geçinebilecek insanlar var. Çok yazık bize, gerçekten çok yazık.

Artık öyle bir hale gelmişiz ki tıpkı bir kitabın ya da filmin büyüsüne kapıldığımız da nasıl çevreyle bağlantımız kopuyorsa hayatımız da  o şekle gelmiş. Hayatımızı düz bir çizgi üzerinden takip ediyoruz. Sanki hiç ölmeyecekmişiz gibi. Virüs bize bulaşmayacak, açlık bizim başımıza gelmeyecek gibi yaşıyoruz. Kendimizi birer tanrı gibi görmeye başlamışız da haberimiz yok.  Bana dokunmayan yılan bin yaşasın sözüyle yaşıyoruz. Ancak unutmayın ki bin tane yılanın ortasında kalsanız ve size dokunmasalar bile o yılanların da bir sabrı olacaktır. Ve sızı ısırmaya kalktıklarında ilk andaki isteklerinden daha büyük şiddet ve arzuyla ısıracaklardır. Ben hiçbir zaman bize dokunmayacak bir yılan görmedim. Umarım benzetmem anlaşılmıştır. Ne kadar da kötü!Ölüm bize hiç uğramayacak değil mi? Üzgünüm arkadaşlar ama 10 dakika önce sapasağlam gördüğüm bir insanın belirsiz ya da belirli sebepler doğrultusunda 10. dakikanın sonunda hayatlarını kaybettiklerini gördüm ben.

Bizim ne kadar iyi ya da kötü birer insan olduğumuz çok da önemli değil. İyi bir insan olabiliriz, kötü bir insan da olabiliriz. Ancak bunu tek bir şey belirler: İyi olma yolundaki çabalarımız. Peki ne kadar iyi olma çabalarına sahibiz? Neredeyse sıfıra yakın. Hiç yok demiyorum ama bazı insanlar var ki kendilerini sırf bu amaç uğruna ayakta tutuyorlar. Ama biz? Durmadan kırıyor, incitiyor, aşağılıyoruz. Sırf sevmediğimiz bir kelimeyi kullandı diye bir insanı küstürmüşlüğümüz var. ama düşünmüyoruz ki o kelime belki de o insanın kullanmayı çok sevdiği bir kelime. Yahut hiçbir şey yapmadığı halde ilişkimizi sonlandırıp yalnızlığa mahkum ettiğimiz onca insan var. Sessiz sedasız veya büyük bir gümbürtüyle hayatlarından çıktıklarımız...Birlik olmak ve birlikte geçinmek, merhamet ve şefkat sahibi olmak, iyi yürekli olmak neden bu kadar zor? Gülümsemek, güzel söz söylemek, hataları güzellikle anlatmak, sevmediğimiz bir şeyi güzel bir dille ifade etmek, sevmek, merhamet göstermek ne kadar zor olabilir ki? Üstelik bunlar ağır bir iş bile değil, hiçbir zorluğu olmayan basit ama çok basit şeyler. Yine de hiçbir şey yapmamak kadar profesyonel karakterlere sahibiz. Kendimizi düşündüğümüz gibi başkalarını düşünmediğimiz üstün yeteneklere sahibiz. Ömrü boyunca tek dostu ve yoldaşı vicdanı olan insanlar olarak bu hayattan göçmeyin. Ama ne yazı ki ömrünce tek yoldaşı vicdanı olup da hiçbir şey yapmayan bir insan bu hayatta çok fazla ayakta kalmamaya mahkum bir yaşamın içinde debelenmeye boyun eğecektir.

Saygılarımla...
Hamit AŞKIN

22 Kasım 2016 Salı

Kervansaray

Mini mini bir kuş donmuştu
Pencereme konmuştu
Aldım onu içeriye
Cik cik, cik cik ötsün diye
Pır pır ederken canlandı
Ellerim bak boş kaldı

   İlkokulda severek söylediğimiz şu küçük şarkı şu an ne kadar komik görünüyor değil mi? Üzerinden yıllar geçmesine rağmen istisnasız birçoğumuzun hatırladığı, duyduğunda, güldüğü ve hatta dalga geçtiği bir şarkı. Eminim birçok kişi şu şarkıyı sayfanın başında gördüğü an okumaktan bile vazgeçecektir. Ne kadar trajikomik değil mi? İnsanların gülüp eğlendiği, "Çocuk" şarkısı diyerek dalga geçtiği şarkının ironik olması. İnsanların bu şarkıda komik bulduğu şey aslında görünen kısmıdır. Görünmeyen kısmıyla ilgilenenler ise çok azdır. Bazıları bunun farkındadır, bazıları ise farkında olduğu halde kabullenemeyenler. Çünkü arka plandaki kısmı biraz ağırdır ve gerçeklik payı vardır.
   Bu şarkı zihnimize öyle bir yer etmiştir ki yıllar sonra bunun psikolojisini üzerimizde görmekte gecikmeyiz. Şimdi, görünmeyen kısmı yani arka planda kalan tarafı bir ele alalım. Ne kaybederiz ki?

   "Mini mini bir kuş donmuştu.
    Pencereme konmuştu."
 
Burada hayatınıza girebilecek ya da girmiş olan insanları düşünün. Gerçek anlamda bedeninizden içeri girip kalbinize yerleştiğini farz edin. Yeni kişilerden bahsediyorum ve buradaki kişiler hep yeniler olacaktır. Ya yardımına koştuğunuz biri ya da gerçekten hoşlandığınız bir kişi. Yalnız bu düşüncelerinizin aynısının karşı tarafta da olduğunu unutmayın. Her ne kadar sizin hayatınıza biri giriyorsa onların hayatına da birileri giriyor. En basitinden onun sizin hayatınıza girmesi sizinde onun hayatına girmesi gibi karşılıklıdır bu durum.

   "Aldım onu içeriye
    Cik cik, cik cik ötsün diye"

Burada kişi tam anlamıyla artık hayatınızdadır. Onu benimseye ve özümsemeye çalıştığınız noktadır. Kısacası can verirsiniz ve hayatınızdan ona bir parça katarsınız. Her halukarda hayat enerjinizi harcamak zorunda kalırsınız. Çünkü değer veriyor, ilgi duyuyor ve onu seviyorsunuzdur. O artık hep ordadır çünkü benimsemişsinizdir.

   "Pır pır ederken canlandı
    Ellerim bak boş kaldı"

Artık hayatınızda ki kişi hareketlenmiştir, gidecektir ve zaman, mekan dinlemez. Gerçekte öyle değil midir? Biriyle tartıştığınız an, ya da sevdiğinizden ayrıldığınız an hep büyük şeyler olmamış mıdır? Hareketlilikten kasıt budur. Kabullenmesi en zor olan yerdir burası. Ufak ya da büyük hatalarla ayrılık doğuran tartışmalar, ölümler, vedalaşmalar.  Daha sonra elleriniz bomboş kalır. Sonrada geriye yalnızca siz kalırsınız, yalnızca siz. Bir başınasınızdır. Yanınızda kimse kalmaz ve bu kez o pencereye konan kuş siz olursunuz. Emin olun bu durum sürekli tekerrür edecektir.


Şimdi bir düşünün bakalım. Çocukluğumuzdan gelen bu küçük şarkının vermiş olduğu etkiyi bir de bu açıdan düşünün. Gerçekten öyle mi?
Muhtemelen benim fikrimin burada bir önemi yok. Ama yinede söylemek istiyorum. Neden yoldan geçen bir kervan gibi sürekli insanların hayatlarına girip yakıp, yıkıp mahvedip çıkıyoruz? Çünkü beğenmiyoruz. İnsan beğendiği şeylere hiçbir vakit kıyamaz. Ancak beğenmediği şey olursa ne kadar dibinde, yakınında, hayatında olursa olsun kırmaktan çekinmeyecektir. İnsanların kalplerine giriyoruz ve beğenmiyoruz. Kabul etmek gerek. Olduğu gibi kabullenmeyi seçmeyip, güzel yanları görmeyip, sürekli aradığı motifi bulana kadar kalpten kalbe gezen, her izini bıraktığı kalbi de peşinden sürükleyen nankör ve bencil insanlarız.

Kervansarayların özelliği de budur. Her gezgin orada konaklar, yer, içer ve kalıntıları toplamak kervancıbaşına düşer. Şimdi şunu soruyorum. Neden o konakladığınız kervansarayda misafir değil de bir oda satın almıyorsunuz? Sizce bu farklılıkla, bulunduğu yeri sevmekle ve ondan hoşnut olmakla aynı anlama gelmez mi?

30 Ekim 2016 Pazar

Oblomov Hamit

Havanın renginin değiştiği bir bahar mevsimiydi. Günler birbirine uymuyor sürekli değişim gösteriyordu. Bu durumdan sürekli yakınsa da mutlu olmaya çaba gösteriyordu Oblomov Hamit. Bu sayede en azından Ramazan sorunlu geçmiyor, oruç tutmakta pek fazla zorlanmıyordu. Yanı sıra hiç sevmediği haz duymadığı şeyler de vardı. Bunlar işten çıkarılmış olması ve işten çıkarılmış olmanın yanında getirdiği yalnızlık hissiydi. Her nedense bu olaydan sonra kimseden ses çıkmaz olmuştu. Ne arayanı vardı ne de aradığında soranı. Esasen buna pek aldırış etmiyordu ama yine de içinden bir ses arkadaşlarına ulaşmasını söylüyordu. Son derece mağrur ve çekingen bir edayla çalışmış ve bu çalışmalar hiçbir vakit olumlu bir sonuç vermemişti. Yalnızca arada bir Feyz'in gezmeye zorlaması ile ancak dışarı çıkıyor, temiz hava alıyor ve bir tek bu sayede yalnızlığını dizginleyebiliyordu.  Gerçi temiz hava almak için dışarı çıkmaya pek gerek duymuyordu. Çünkü evinin önü muhteşem bir bahçeyle kaplıydı. Canı sıkıldıkça bahçeye çıkıyor, çıkınca da sıkılıyor ve çok sürmeden eve dönüyordu. Son zamanları böyle bir döngü içinde sürüp giderken ilginç bir şey olmuş, yeni bir arkadaş edindiğini fark etmişti.  Yalnız bu çok farklı bir arkadaştı. Beyaz bir leblebi tanesinin yarısı kadar etmeyen küçük ama çok küçük hatta kum tanesi büyüklüğünde kar gibi beyaz bir örümcekti yeni arkadaşı. Son zamanlarda yaşamış olduğu monoton hayata renk katmıştı bu örümcek. Nereden geldiğini, neden geldiğini hiç düşünmemişti. Genellikle nadir karşılaşırdı örümceklerle, karşılaştığında da naif bir korku yaşardı Oblomov Hamit. Ama farklıydı bu, daha yavruydu bu örümcek. O yüzden korkunç bulmaktan ziyade sevimli buluyordu onu.

Geceleri yatmadan ortadan kayboluyor, sabah uyandıktan sonra da başında belirip kendini fark ettiriyordu.Onu çok sevmeye başlamıştı Oblomov Hamit. Nitekim bu örümceğin tarantula olmadığına daha çok seviniyor ve büyüdüğünde de böyle bir evrim geçirmemesi için çokça dua ediyordu.

Gün geçtikçe daha çok yakınlaştıklarını fark etmişti Oblomov Hamit. Ara sıra saçlarına çıkıyor, türlü şaklabanlıklar yapıyor bazen de minicik adımlarla gıdıklanmasına sebep oluyordu. Örümceğin bu tavırları çok hoşuna gidiyor, oldukça zevk alıyor ve kısmen kahkahalara bürünüyordu. Belki de geçirmiş olduğu sıkıntılı günlerden bu yana en yakın dostu olmuştu bu minik. Hatta bu yüzden ona minik ismini vermişti ve bu ismin hakkını ziyadesiyle koruyordu.

Yaklaşık bir haftalık süregelen ve çok hoş geçen bir dostluk yaşamıştı Oblomov Hamit.  Bu durumun çok sürmeyeceğini iyi biliyor ama çok kötü bir halde son bulmasını istemiyordu. Korkuyordu Minik'in ölüp gitmesinden, onu yalnız bırakmasından. Bu sebeple durmaksızın üzerine titriyor ve her an dikkatini elden bırakmıyordu. Çok küçük olduğu için koruyup gözetmekte oldukça zorlu geçiyordu. Ancak ne kadar çabalasa da korktuğunun başına gelmesi çok sürmemişti. Minik'i dört dudağı olan bir lavabo yutmuştu. Nasıl olduğunu anlamadan aniden bir hüzün dalgasına kapılmıştı Oblomov Hamit. Sırf elini yıkamak için gittiği lavabonun musluğunu açarken  aniden lavaboya fırlamıştı minik. Kurtaramazdı onu, artık çok geçti.  Minik'in atlamasıyla musluğu açması aynı anda gerçekleşmişti. Keşke sorun yalnızca bu olsaydı. Nasıl kurtarabilirdi ki hem? Elle tutulamayacak kadar ufaktı. Bu sebebi dahi kendi suçu olarak görmüştü. Minik'i öldürmüştü!  Korkmuş, nefesleri birbirine dolanmış, evin içinde volta atıp durmuş ve  ne yapacağını bilmeden şaşkın şaşkın düşünmüştü tüm bu geçen süre zarfında. Bu duruma anlam veremeyen ailesi, bir garip bakmış, ne olduğunu sormadıkları gibi bir de fırça kaymışlardı. Hem derdini anlatsa bile ne anlayabileceklerdi ki? Muhtemelen gülüp geçeceklerdi.En sonunda kendini toparlayabilmiş ve onun için yas tutmak gerektiğini düşünmüştü. Ardından " Zavallıcık henüz ziyaret edebileceğim bir mezarın dahi yok." diyerek hüznüne hüzün katmıştı.

Zaman zaman eski dostu Minik'i düşünüyor "Acaba cennette mi?" diyerek kendine sorular soruyordu. Elbette cennette olacaktı. Küçükler masum değil miydi? Masumlar hep cennete gitmiyor muydu? Hem Minik daha ufacıktı, bir çocuktu.  Ortada masum olmayan biri varsa o da kendisiydi. Hiçbir vakit kendisini affetmeyecek, günbegün kendisine olan nefretini daim kılacaktı. Aklındakileri bir köşeye bırakarak "Artık yas tutma zamanı geldi." diyerek yas merasimi hazırlıklarına başlamıştı. İlk önce siyah kıyafetler bulup giymiş, kirli sakalını düzeltmiş ama kesmemişti. Yas tutan birinin sakalını uzatması gerekirdi. O da düzgün bir şekilde uzamasını istemişti. Günler dur durak  bilmezken, Oblomov Hamit'in sakalı da yeni yeşermiş bir filiz gibi uzayıp gidiyordu. Sakalına her gün bakıyor, eski dostu Minik kadar uzadığını gördükçe şaşıp kalıyordu.

Günler de böylece uzayıp gitti. Oblomov Hamit daha içine kapanık bir hal almaya başladı. Her gördüğü örümceğe bir iç çekip "Ah! Minik neden beni yalnız bıraktın?" diyerek izlemeye koyulmuş, örümceklere olan korkusunu yitirmiş ve korkunun yerini bambaşka bir duygu almıştı. Sevgiydi bu duygu. Seviyordu Oblomov Hamit. Her ne kadar tehlikeli görünseler de aslında hepsi de masumdular. İşte bu yüzden seviyordu. Asıl tehlikeli olanlar insanlardı. İnsanlardan dahi korkan bu varlıklardan korkmak yerine korkulması gereken varlıkların insanlar olduğunu kavramıştı. Artık onun için her örümcek bir Minik, her insan ise bir katildi.


Hamit AŞKIN

25 Haziran 2016 Cumartesi

Farklılık, farkındalık

Zamanla övünç kaynağımız, insanlığımız konusunda beklentilerimiz de değişti.Aslen ne istediğimizi bilmez olduk ve tutarlılık kavramını yabana attık. Bu sebeple her geçen gün değiştik. Dün farklıydık, bugün daha bir farklı olduk. Dün yalanı kabul etmeyen bir toplumken, bugün dürüstlüğü kabullenemez olduk. Kısacası dürüstlüğü kabul etmeyen bir toplum olduk. İnsanlar artık kendileri hakkında doğru konuşulmasına müsaade etmiyor. Yalnızca beklentilerini duymak istiyorlar. Tıpkı alışveriş dünyasına dalıpta beklentilerine uygun bir ayakkabı, çanta ya da kıyafet arar gibi insan avcılığına çıkıyoruz. Yalan dünyamıza o kadar yer etmiş ki tıpkı kanlı canlı bir insanın karşımızda durması kadar doğal olmuş. Peki ne kadar dürüstüz? Dürüst olmak neden bu kadar zor? Neden her şeyimizi beklentilerimizi karşılamak üzerine kurduk?

Tamamen bu problemi tek bir atasözü ile açıklamak yerindedir. "Üzüm üzüme baka baka kararır." Dünyada yalnızca bir kişi yalan söylemeyi biliyorsa yanındaki en yakınına da yalan söylemeyi öğretecektir. Aslın iş burada en yakınında ki kişiye düşmektedir. Vereceği karar çok önemlidir. Yalan söyleyecek mi söylemeyecek mi bilinemez ama "Hayır, bu çok kötü bir davranış!" diyebilmesi gereklidir. Çünkü insanlar farklıdır. Doğası gereği hiç kimse aynı değildir. İkizler, üçüzler hatta dördüzler olsa bile çok ufakta olsa aralarında fizyolojik olarak bir fark bulunur. En başında ruhların farklı olduğunu unutmamak gerekir. Kimi üzüm sever kimi sevmez. O üzüm seviyor diye benim de sevmem gerekmez. Başkalarının yaptıklarına özenmek kimseyi ileriye götürmez. İnsanın kendi olması gerekir. Dünyaca başarılı iş adamlarının yaptıklarını yaparak onlarla aynı dereceye gelemezsiniz.

Her ne oluyorsa yaşadığımız şu dünyada toplumun en küçük parçası bireyden meydana geliyor. Özellikle medyanın bu konudaki başarısı üzerine laf söyleyebilecek yoktur. Bir sanatçı çıkıyor insanlar hayran kalıyor, bir devlet adamı, bir iş adamı çıkıyor insanlar hayran kalıyor. Herkes onlar gibi olmak istiyor. Bu insanlar ne yaparsa millet onu yapıyor. Doğal olarak yalan söylemeyi, dürüst olmayı ve hatta şaklabanlık yapmayı bile öğreniyor. Bir topluma bir şey öğretmek istiyorsanız medyaya başvurun!

Üzgünüm ama biz insanlar başkalarına benzemeye çalışmak yerine kendimiz olsaydık daha çok başarıya adım atardık. Bunu başarabildikten sonra ne kalkınamayacak bir aile ne de bir devlet tanıyor olurduk. Ama yapamıyoruz çünkü beklentilerimiz farklı. Evet, Tek farklı olduğumuz konu da bu. Beklentilerimiz farklı! Ancak buradaki farklılık insanların kime benzeyeceğim düşüncesinden kaynaklanıyor. Kime benzeyeceğimizi seçiyoruz. Tek fark bu.

İnsanlara duymak isteyeceğinden fazlasını veremiyoruz. Birisi biriyle bir arkadaş olacaksa illaki pohpohlanacak. Amenna başka çaresimi var! İnsan beğenmiyoruz yahu insan!. Yakında her toplumun bir bireyi yalnız ölecek hale geleceğiz. Herkes aynı olmak zorunda olsaydı ya da bizzat aynı olsaydı Allah insanları farklı yaratmazdı değil mi? Karşılıksız sevmek gerekir ancak kendince sevmek gerekir. Her şeyde kendince olmak gerek çünkü kendince olmak farkını ortaya koymak demektir.
Herkes kendince davranırsa zaman ilerledikçe değişim ya da farklılıklar daha bir ilerleyecek, daha bir boy gösterecek, dünya sahnesinde.

1 Mayıs 2016 Pazar

Değişim

Akşama kadar uyuma isteğimin olduğu bir gündü. Çok yoğun uyku isteğim olmasına rağmen direnmiştim bütün gün. Direnmemin sebebi akşamüzeri tiyatroya gidecek olmamdı. Uyursam belki kalkamam diyerek saatlerce yatağın içinde kitap okumuştum. Bu şekilde hem zihnimi hem de bedenimi dinlendiriyordum. Aynı zamanda yatakta oluşumun bir başka sebebi ise havanın çok soğuk olmasıydı. Nisan ayıydı ama soğuk her zaman soğuktu. Yalnızca arada bir için titrediğini hissedince bir fincan kahve yapmak için kalkıyordum. Anlaşıldığı gibi tüm saatlerimi böyle geçirdim.

Zaman yaklaştıkça heyecanım daha bir artıyor, kaygılarım bir kedinin kuyruğuna bağlanmış teneke kutu gibi peşimi bırakmıyordu. Hayatımda ikinci kez tiyatroya gidecektim ve bunu riske atmak istemiyordum. Daha önceki gittiğim tiyatro bir grup öğrenci topluluğu tarafından düzenlenmiş olduğu için birazcık aşina olmuştum ancak bu kez bayağı büyük ve kalabalık bir tiyatro olacağı için tedbirli davranmalıydım. Bu sebeple evden iki saat erken çıkma kararı aldım. Çıkmadan önce tüm hazırlıklarımı yaptım ve son anda uzun zamandır müzik dinlemediğimi fark ettim. Tiyatronun düzenlendiği yere yürüyerek gidecektim ve bunun için müthiş bir zamandı.Kulaklıkları kulaklarıma geçirdim ve otomatik olarak son dinlemiş olduğum parça çalmaya başladı. Biraz ses yükseltip, eşyalarımı alıp, dışarı çıktım ve ayakkabılarımı giymeye koyuldum. O ara arkamdan babam bana sesleniyormuş, müzik dinlediğimden dolayı duymamıştım. Bir an şiddetli bir sesle kendime gelmiştim ve dehşet bir şekilde çığlığı basmıştım. Korkmuştum, anlaşılan o da attığım çığlıktan korkmuş olmalı ki çığlığıma çığlıkla karşılık verdi. O vakit bir müddet kalbimin çarpıntısı yüzünden ne dinlediğimi anlamamıştım.Ta ki yola koyulduktan sonra bir markete girip sigara alıp müziği tekrar başlatana dek. Dinlemiş olup da kalbimin çarpıntısından ötürü anlamadığım müzik bitmişti.
 Sıradaki parça çalmaya başlamıştı. Patty Griffın'den Go Wherever You Wanna Go idi. Her ne kadar sözleri anlamamış olsam da beni etkileyen şarkılardan biri olduğunu söylemek çok ironik kaçıyor olacak. Belki ironik ama neden olmasın? Şöyle bir görüpte hiç tanımadığımız ya da ismini dahi bilmediğimiz bir insandan hoşlanabiliyorken, hiçbir sözünü anlamadığımız şarkıdan neden hoşlanmayalım? Neden olmasın? Her ne ise beni etkileyen şarkılardan biri olduğunu söylemiştim. Şarkının bana olan en büyük etkisi kendimi çok fazla özgür hissetmemdi. Müthiş derecede özgür hissediyordum. Sanki bir kuş gibiydim ve üzerimdeki tüm yükleri, olumsuzlukları bir kenara atmıştım. İnanın beden dilimin dahi ne kadar değişiklik gösterdiğini anlatamam size. Her zaman gülen biri olarak bilindiğim halde bu kez ki gülüşüme çok şaşırmaya başlamıştım. Farklı gülüyordum ve bunun hiç bitmemesini istiyordum. Kalbim çarpıyordu ama bu kez korkudan değil heyecandandı. Ne için heyecanlandığımı soracak olursanız, inanın ben de bilmiyorum. Belki sevinçten belki de özgür hissedişimin mutluluğundan. Gözüm görmüyor, kulağım duymuyor, burnum hiçbir kokuyu almıyordu. Sadece hızlı bir şekilde yolda süzülüyordum. Karşıdan gelen arabalara rağmen yolun ortasına yürüyor, duyduğum küfürlere karşılık ise gülerek geçiyordum. Anlayacağınız bedenime, zihnime tam anlamıyla hükmetmeye başlamıştım. Tüm iradelerimi bir arada toplamış, müzikle yön vermeye başlamıştım. Zihnim adeta müzikle dans ediyordu. Sanki hiç bitmek bilmeyen bir dans gibi.

Bir an kendime geldiğimi fark ettim. Bir rüyadan uyanmış gibiydim. İşte o zaman tüm soyutluktan kurtulup gerçekliğe döndüğümü fark ettim. Öyle bir şey ki her şeyi fark edebiliyordum. Çevremde tüm duyu organlarımla hissedebileceğim her şeyi çok rahatlıkla kavrayabiliyordum. Esen yeli, üzerinde meyveleri ile ağaçları, yollardaki taş parçalarını, yanlarından geçtiğim çöplüklerdeki pis kokuları, ötüşen kuşların ve havlayan köpeklerin sesleri... Herbirini tüm detaylarıyla seçebiliyordum. Tıpkı uykudan uyandığımda odamda hissettiğim şeyler gibi.

Yeni bir parça çalana kadar bu hisler aynen devam etti. Yeni çalan parçanın ismini hatırlamıyorum ancak bayağı depresif ve ağır bir parçaydı. Bu şarkı üzerimde acayip bir melankoli havası bırakmıştı. Bu kez de üzgündüm. Ne için üzgündüm onu da bilmiyorum. Elim kolum bağlı bir halde başım yerde yolda ilerliyordum. Dokunsanız ağlayacak bir duruma gelmiştim. Tüm bu olanların sebebi ne idi ve nasıl oluyordu? Belki de çok yoğun bir şekilde duygu değişimine uğramam yüzündendi. Sevdiğim birini kaybetmiş ve onu çok özlüyor gibiydim. Bu kez tüm iradelerimi özgürlüğümü kısıtlaması için kullanıyordum. Yaşadığım en korkunç ve dramatik anları yaşıyordum. Sanki doğa ile konuşuyordum ve doğa bundan bir anlam çıkarmamı bekliyor gibiydi. Bir önceki şarkıda mutlu yüzünü göstermişti. Bu kez de mutsuz yüzünü gösteriyordu sanki. Tıpkı biz insanlar gibi bir hüzünlü bir mutlu.

Buradan iki şey anlamam gerektiğini fark ettim. İlk dinlediğim tarzda şarkılar dinleyerek tüm özgürlüğümü elime alabilirdim. İkinci dinlediğim tarzda şarkılar dinleyerekte kısmi bir anksiyete geçirebilirdim. Bu kararlara tamamen benim elimdeydi ve ya hep mutlu olabilirdim ya da hep mutsuz. Bu iki seçenekten birini seçmem gerekiyordu ancak ardından Yahya Kemal BEYATLI'nın kendi sesinden Sessiz Gemi şiiri çıkmıştı.  İşte kararımı bu şiirden sonra verdim. Mutlu olanla mutlu, üzgün olanla üzgün olacaktım. Tek başıma kaldığımda ise tüm duygularıma yalnızlığı dost edinecektim.
  

Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
  Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
  Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
  Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.
  Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
  Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.
  Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!
  Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu!
  Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
  Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.
  Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,
  Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.
  





Hamit AŞKIN
30.04.2016


Kayıp

KAYIP
Sordum bir gün arkadaşıma;
“Neden hep gülüyorsun, aynı zamanda çokta konuşuyorsun?”
Döndü ve dedi ki;
“Bir kez olsun dikkatlice bak bana, ne görüyorsun bende?”
Bir elimi oturduğum kaldırım taşına destek ederek eğildim ve dikkatlice izledim arkadaşımı.
“Siyah saçlar, mavi üzgün gözler ve konuşmayı mesken tutmuş dudaklar…” dedim sonra.
Başını yere çevirdi ve güldü.
“İyi görmüşsün.”  dedi ve içten içe yutkundu.
Öyle bir yutkunmaydı ki bu sanki bir pinball topunun gırtlağından inişini izlediğime yemin edebilirdim.
Sonra yerde küçücük bir ıslaklık oluştu. Ardından tesbih boncuğu kadar küçük bir gölet halini aldı. Anlaşılan gözden dökülen yaşlardı bunlar. Ağlıyordu benim arkadaş. Sessizce, sedasızca…  Ne bir haykırış vardı görünür de ne de bir yakarış. Ancak içten içe kendini yiyordu, sürekli kemiren bir şeyler vardı. Farkındaydım bu durumun ama ne yapacağımı bilmiyordum. İçimden neler yapabileceğimi düşünürken tekrar bana dönüp baktı. Sanki bir şeyleri anlatmak istiyordu ama dili kitlenmiş gibiydi. Çekiniyordu ve o an bir şeyler kopacağını anlamıştım. Fırtınayı yakalamıştı ve ortaya çıkaracaktı. Oturduğumuz kaldırımdan kalktı ve “Gel.” dedi. Beni daha sakin, daha huzur verici bir yere götürdü.
“Artık konuşabiliriz.” Dedi ve sözlerine devam etti.
“Birader.” Dedi.
“Ben ki 11 yaşında tecavüze uğramış bir bedbahtım. “
Duyduğum bu sözler karşısında neye uğradığımı şaşırdım. Ne diyeceğimi bilemez halde, yüzümde derin bir acı ve şaşkınlık ifadesi uyanmıştı. Aynı zamanda anlatılmaz bir öfkeyle dolup taşmıştım. O an dünyanın en karanlık, en ücra köşelerindeki derin, anlamlı, anlamsız her türlü duygu yoğunluğunun ruhumu ele geçirdiğini hissettim. Duygulanmıştım, ağlıyordum. Bir yandan arkadaşım gözlerimdeki yaşları siliyor, gülüyor ve beni teselli ediyordu. Şaşılacak işti doğrusu. Orada onu teselli etmem gerekirken o beni teselli ediyordu.  “Yeter artık ağlama, basacağım yoksa tokadı.” Dedi ve kolunu omzuma attı. “Bir şey demene gerek yok.” Dedi ve sözlerine devam etti.
“Senden beni anlamanı beklemiyorum birader. Bunları anlatmazsam artık fazla duygulu olmaktan öleceğim diye korkuyorum. Bilirsin bizim oraları. Çokça kavak ve iğde ağaçları, çimlikler, çocuklar tarafından futbol sahasına dönmüş araziler ve müstakiller… Tanır herkes birbirini ama sevmez kimse birini. Her neyse, yaz gelmiş, ağaçlar yeşillenmiş, yemlikler çıkmış, kuşlar cıvıldıyor falan. Bu güzellik karşısında bir grup arkadaşla birlikte bir bahçeye yemlik toplamaya gitmiştik. Girdiğimiz bu bahçenin etrafı dikenli teller gibi iğde ağaçlarıyla doluydu. Yalnız başka bir bahçeyle bitiştiği bir nokta vardı ve oradan rahatça girilip çıkılıyordu. Bilirsin işte, girdik biz de oyun oynayıp yemlik toplayacağız.

Yaş bakımından herkes eşitti neredeyse. Arada bir istisna vardı o da yanlış hatırlamıyorsam 20’li yaşlardaydı. Bana kalırsa tam bir zebaniydi. Cüssesi oradaki her çocuğun cüssesinin 2 katıydı ve kendiside bu durumun farkında olduğu için bunu iyi kullanıyordu. Anlayacağın ahkâm kesmeyi seven, eli bıçak tutan biriydi. Bir ara çevremizdekiler bayağı uzaklaşmış, aramız açılmıştı. Kimi oturuyor kimi oyun oynuyor kimi de yemlik toplamaya devam ediyordu. Ben de kendi çapımda oyunlar oynuyordum. Canım sıkılmıştı ve başka şeyler aramak, keşfetmek için bahçeden çıktım. Adamın arkamdan geldiğini dahi fark etmemiştim. Her nasılsa birden arkadan tuttu beni ve elindeki bıçakla tehdit ederek yere yatırdı.  Dedim ya bayağı cüsseliydi, gücüm yetmiyordu ve tek düşündüğüm korkuydu. Oldukça çok korkuyordum. Çocuktum birader. Nasıl korkmam!  Çığlık atsam duyacak kimse yok. Zaten ne sesim çıkabildi ne soluğum.  Ben orada tecavüze uğrarken arkadaşların geldiğini gördüm.  Tek tek yardım umuduyla gözlerini süzdüm. Ama yardım ne kelime birader, sanki yıllardır görmek istedikleri sahneyi izler gibi gülüyorlardı. O ara gözüm altın sarısı bir kelebeğe takıldı. Özgürce uçuşu ve tam görüş açıma gelip konması bana orada birçok şeyi unutturmuştu. Yüzü bana dönüktü ve anlatmak istediği çok şey var gibiydi. İşte o vakit anladım. Bulunduğum en kötü anda dahi güçlü olacak, direnecek ve ne olursa olsun daima gülecektim. O kelebeği asla unutmadım. İşte bu gülme olayı da bana bu kelebekten hatıra kaldı.

Aradan az bir zaman geçtikten sonra ufak ufak tehditler almaya başladım. En yakın arkadaşlarım dahi aylarca benden para koparmak için kapıma geldiler. Ben de ailem öğrenir korkusuyla her çocuğun yapacağı gibi tüm harçlıklarımı onlara veriyordum.  Her nasılsa komşulardan birisi bu durumu öğrenmiş ve bize gelmişti. Tabii başta öğrendiğini bilmiyordum. Annemi tanıyordu ve onunla konuşmaya gittiğini gördüm sadece. Sonrasında annem beni yanına çağırdı. Hiçbir şey demesine gerek yoktu. O an her şeyi gözünden anlamıştım. Daha sonra annemde beni babamın yanına götürdü. Sağlam bir dayak yediğimi söylememe gerek yok sanırım. Ardından da yüzleşmek gibi bir ifade ile bana tecavüz eden adamın evine götürdüler. Sanki suçlu bendim! Yüzleşmek nedir birader? Orada bir kurban varsa o da bendim. Vardığımız yeri de bir görmeliydin. Panayır alanıydı sanki. Tüm komşular haberi almış birader, konsey kurmuşlar yargılanan benim.  İnsanların bana oradaki bakışlarını asla unutamam. Tüm mahalle artık biliyordu olanı ve öğrenmenin verdiği hazla yavaş yavaş dağıldılar. Bense sadece bir destek bekliyordum. Biri elimden tutsun ve bana küçük bir tebessüm etsin istiyordum. Korkma, yanındayım desinler istiyordum. Ama kendi ailem dâhil kimse destek olmadı. Herkesin gözünde yargılanıyordum. Tabii adımın çıktığını da söylemeye gerek yok. O adam taşındı gitti ama ben yıllarca evde mahkûm kaldım. Kendimi cezalandırıyordum evden çıkmayarak.  Aynı zamanda her zaman başıma kötü bir şey gelecekmiş gibi hissediyordum. Bu yüzden dışarı çıkmaya da korkar olmuştum.  Ne gülüyor, ne ağlıyor ne de bir şeylere tepki gösteriyordum. O yüzden diyeceğim şu ki; yıllarca beni üzgün bırakmışlar şimdi çok gülüyorsam suç benim mi?

Bir zaman sonra liseye geçtim. Seviniyordum, mahalle sakinlerini görmeyecektim artık. Zaten evden dışarı bakkala gitmek için çıkıyordum yalnızca. O anda da biri beni gördüğü zaman başım yerde hareket ediyordum. Dünyadaki en kötü duygulardan biridir insanın başını yere eğmesi. İşte bundan kurtuluyordum. Düşünsene artık kimseyi görmek zorunda kalmayacaktım. Ama yine işler istediğim gibi gitmedi. Okula çok güzel arkadaşlıklar kurabileceğim düşüncesiyle gidiyordum. Sonra anladım ki kimse beni yanına almak istemiyor. Sanki yaşadıklarım yüzümden okunuyordu ve okuldakilerin hepsi bunu görüyor gibiydi. Alay ettiler, dalga geçtiler. Şamar oğlanı oldum birader. Yanaklarım tokat yemeye çok uygunmuşta hoşlarına gidiyormuş. Gelenden gidenden tokat yiyordum. Ama kimseye bir şey diyemiyordum. Halen beni de aralarına alacaklarına dair ümidim vardı çünkü. Ama nafileydi. İşler dayağa kadar ilerlemişti. Her gün dayak yiyordum neredeyse. Ama hiçbir zaman karşılık vermedim birader. Onlar gibi olmak istemiyordum. Onlar gibi olamazdım. Kötü de olsalar kimsenin canını yakamazdım. Hayatımda bir kez kavga ettim ve onda da rakibimin gözü morardığı için günlerce vicdan azabı çektim. Dilerim ki birader kimse pişmanlık duyup vicdan azabı çekmesin. Ne kötü!

Lisede böyle geçti. Sonrasında hep tek kaldım, kimseyle konuşmaz oldum ve yalnızlığımı yaşadım. Anlaşılan bu dünyada benim için bir yer yoktu. Ben ne insanlık gördüm ki birader. Keşfedilmeyi bekleyen bir ada gibiydim.  Bir gün de biri beni görür keşfeder, muhabbet eder, sever ve ilgi gösterir diye günlerce dua ettim. Gözlerim her zaman dört dolandı. Ama yok birader, sorsan hepsinin çok önemli işleri var. Sorsan hepsi önemli insanlar. Ah be birader acıyorum bu insanlara! Her gün kıyıda köşede kalmış, yanından geçildiği halde kimsenin fark etmediği, gözlerinin görmediği o kadar insan var ki!  Diyeceğim şu ki; Yıllarca kimse beni görmemiş, kimse benle konuşmamışsa, şimdide ben çok konuşuyorsam suç benim mi?

Artık öyle değil birader, işler değişti. Özetlemek gerekirse, kendimi bildim bileli konuşan ve gülmeyi hiç eksik etmeyen biri oldum. Konuşan deyince yanlış anlama ha sadece benimle konuşan biri olunca konuşuyordum. Onda da susmak bilmiyordum.  Yaşamım boyunca peşimden sürüklenen bu özellikler beni biraz daha boş, alçaksı, lüzumsuz bir insan etmişti.  Şayet kendi özgürlüğümle saçmaladığım zamanlar çok iyiydim. Birçok kişi de konuşmalarımdan haz duymaya başlamıştı. Bu durum beni oldukça mutlu ediyordu. Seviyordum konuşmayı, seviyordum gülmeyi. Benim için hayat felsefesi olmuşlardı.  Çoğu zaman çok konuştuğumun ben de farkındaydım. Handiyse her muhabbette en çok konuşan ben olurdum. Konuşmadığım zamanlarda kimsenin konuşacak bir şey bulamadığını düşünür ve buna şaşırırdım.  İşte bu sebeple hep ben konuşurdum.  Tek suçum buydu birader. Nerden bilebilirdim aslında insanların benimle konuşmak istemediğini?  Evde her daim sessiz olduğum için dışarı çıktığımda da sanki yıllarca hiç konuşmamış gibi hissederdim kendimi. Sonra da kendimi bir konuşma patlaması içinde bulurdum. Özellikle ilgi duyduğum insanların dikkatini çekmek ve kendimi tanıtabilmek amacı güderdim. Kimse bana yakınlaşmayınca ben onlara yakınlaşmaya çalışırdım. İnsanlara açtım. Tek istediğim bir dosttu. Ama beklediğimi alamadım.

Kimileri çok boş konuştuğumu söyleyerek uzaklaşırdı yanımdan kimileri de iyimser bir tavır alırdı ama onların gitmesi de çok uzun sürmezdi. Gökte kayan bir yıldız gibi avuçlarımdan akıp giderlerdi.

Ciddi bir insan olmakta kimi zaman çok güçken kimi zamanda doğal oluyordu benim için. Sanıyorum ki beni hayatında ilk kez görenlerin ciddilikle aynı kefede olmadığım yargısına vardıklarından kesin kez eminim.  Bu durum özellikle aile efradım arasında çok dile getirilirdi. Özellikle de boş konuşuyorsun bu yüzden ciddi olamıyorsun derlerdi. Bu yüzden defalarca sükûn etmek istedim. Çünkü insanların bu lafları da artık beni yormaya başlamıştı. Bir alışkanlığı yıkmanın ve irade zayıflığının verdiği rutubetlikle konuşmama kararı alıp, uygulamaya koydum.  Geçenlerde ailemle olan problemim beni buna yapmaya itti. Şu anda ise gayet iyi bir şekilde devam edebiliyorum. Umuyorum ki ilerleyen zamanlarda da böyle devam edebileyim.  Artık biri de beni sever mi ya da benimle ilgilenir gibi düşüncelerim kalmadı eskiye nazaran. Tamamen kendimi kendime bıraktım. Bana yardımcı olmaları içinde kitapları seçtim. İnan ki birader insanlardan daha anlayışlılar. Sadece dinliyorlar seni. Cevap istediğin zaman, istediğini o yanıtı almakta çok zor değil. Sadece aç ve oku. Diyeceğim şu ki birader, insanlar beni bu hale getirdiyse suç benim mi? Diyerek sözlerini bitirmişti arkadaşım.
“İnan bana suçlu sen değilsin.” Demek geldi içimden. Ama demedim, neden demedim bilmiyorum. Sanıyorum ki sadece yanında olduğumu ifade etmek istedim. “ Eeee ben varım ya.” Dedim. Güldüğü ve başımı okşadı. “Sen istisnasın birader.”dedi
“seni sevmesem sana güvenmesem bunları anlatmazdım. Sen olmadan önce kitaplarla konuşurdum. Kahramanları gözlerimin önünde canlandırır günümü nasıl geçirdiğimi anlatırdım. Kimsem yoktu ki kiminle konuşayım. Neyse birader hakkını helal et, vaktini aldım.” Dedi ve arkasına bakmadan uzaklaştı. Muhtemelen ağlıyordu ve kendisini güçsüz görmemi istemediği için arkasına bakmamıştı. O gittikten sonra kendime tek bir şey söyledim. Bir daha asla derdim var deme!




O kimseli doğdu ama kimsesiz yaşadı. Ben arkadaşımı kaybettim. Onu kaybettikten sonra yaşadıklarını daha iyi anladım. Çünkü bende onun yaşadıklarını yaşamaya başlamıştım.  Belki onun kadar ağır değildi ama insanın kendini kendine hapsetmesinin ne kadar zor olduğunu gördüm.  Sığ bir çıkmazdayken onun yaptığını yaptım. Kitaplar aldım, gömüldüm ve okudum. Artık ben de kitapları dost edinmiştim. O dostum kadar olmasa da onların dostluğunu da yaşamış oldum. Dostumdan bana geriye kalanlar ise bir gülüş, bir konuşma ve kitap okuma özellikleri oldu.  Yanı sıra istemeden de olsa bir ders verdi.  Herkesin bir değeri vardır ve bu değeri iyi kullan.

Ben de soruyorum size. Onun bu halde olması kimin suçu? Neden bir kişi de yanına gidip konuşmadı? Neden kimse tanımak istemedi onu? Çok basit bir cevap vereceğim. Suçlu biziz. Arkadaşımın dediği gibi kendi içinde kavrulan, her gün yanından geçtiğimiz ama hiçbir vakit fark etmediğimiz o kadar insan var ki. Bir merhaba demediğimiz, kendimizi beğenmişliğimiz, sanki her şeyin zirvesindeymişiz gibi yaşayışımız. Çok görmeyin ama suçlu bizleriz. Onlar değil.


Hamit AŞKIN
02.04.16



Mahmut hocamızın anlatmış olduğu AB havuzunu hatırlayın. AB’ye katılmak isteyen ülkelerin o havuza para atması ve atılan paraların katılacak ülkelerin kalkınması için paylaştırılmasını. Ben de diyorum ki; Sizlerde insanlık havuzuna birer değer katın. Katın ki insanlık kalkınabilsin.
Bana her zaman birader derdi ve uzun zamandır onu düşünmediğimi, ona karşı ne kadar vefasız olduğumu fark ettim. Sonrasında da şu şiiri yazdım.

Birader derdi
Kuşkonmaz bahçelerine giderdik hani
Toplardık bir tutam kuşkonmazı
Niye toplardık, ne yapardık bilmem
Giderdik işte, toplardık sadece
Ne güzel de kokuyorlar baksana
Toprağım taşım kokuyor
Memleket kokuyor herbiri
Kokla gitsin, geçiyor bak ömür
Koklamak nerde mümkün başka?
Hem kalitedir buraların kuşkonmazı
Bulamazsın başka yerde çıkar tadını
Vakit bu geçiyor işte
Hem nerede göreceğim seni daha?
Var mı kimsem senden başka?
Dertleşilmiyor bile başkalarıyla
Bir sana geçiyor nazım
Kızmıyorsun ya?
En güzel anlarım bu bahçeler birader
Sen varsın ya işte ondan
Hasretim be sesine
Kaç yıl oldu iki çift lafın belini kırmayalı?
Bir gidiyorsun gelmiyorsun bir daha
Ya birader amma da savsaklıyorsun hani
Nerede kardeş özlemi? Sevgi nerede?
Verdiğim çakı nerde yok bile elinde
Hani şu dede yadigarı olan, gümüş kaplama
Ön yüzünde benim arka yüzünde senin adın olan
Bulmuşsun uyduruk bir tane
Geziyorsun onla
Yok be birader anlamıyorsun
Hani analar var ya
Helal süt emziriyorlar güya
Şimdiki analar helal bilmiyor
Çocuk ne bilsin?
Ah be! Yaşasaydı anam şimdi
Görürlerdi dünya kaç bucak
Gerçi pek kıyamazdı ama
Allah hidayet versin derdi rahmetli
Üzülmek ne mümkün birader unuttuk gitti
Üzülmek nedir onu bile unuttuk
Ne zaman öldü ne vakit gömüldü
Bilmez şu eski kafa
Sende pek vefasız çıktın hani
Kendime mi yanayım yoksa sana mı?
Sana yanmayım da kime yanayım söyle
Dünyada üç kuruşa tamah etmeyen
Kurda kuşa yem
Satılmış her kimse
Koyunu olan çoban kesiliyor
Oysa öyle mi bizde ?
Ahmet efendi vardı bir
Yoktu hiç koyunu garibin
Toplardı ahalinin koyunları
Atardı sırtına astarı eğmezdi kimseye boyun
Gider gelirdi gariban
Almazdı para mara da
Fakirdi iyi bilirim
Ne aşı vardı ne taşı ne de bakacak kimsesi
Verirdi köy ahalisi sabahtan azık
Geçinirdi onla akşama kadar
Yanlış anlama ha!
Dediğim azıkta bir parça kuru ekmek birader
Gelirdi akşam dağıtırdı sürüyü
Verirdi anam bir tabak yemek
Sabaha kadar bilmezdi açlık tokluk
Çok yiyen tembelleşir derdi
Böyleydi bizim Ahmet efendi
Çoğu alimden alimdi Elhamdülillah!
Şimdi öyle mi ya!
Ağrıttım başını kalma kusura
Kaldı bir avuç kuşkonmaz çok şükür
Gel haydi koklarsın sen de
Döndü arkasını eyvallah dedi
Bir avuç kuşkonmaza gitti


Hamit AŞKIN


12 Mart 2016 Cumartesi

Zeynep YETİŞ

Hani sözün bittiği an deriz ya işte aralıksız nefes aldığım bugün de öyle bir gün. Saat ikindiye yakın saat 14.30, 15.00'a yüz tutmuşken üyesi olduğum Genç Yürekler grubunda üzücü bir olaya şahit oldum. Kendisi için yabancı bir memleket sayılan Kayseri'de bir trafik kazası geçiren ve yoğun bakıma alınan Zeynep YETİŞ'i. O an bunlar benim için yalnızca bir duyumdu. Ama bu duyum öyle bir duyumdu ki sanki birisi elimden tutmuş bana yön veriyor gibiydi. Fısıltılı bir halde kulağıma yanaşıp şunu yap, olmadı bunu yap der gibiydi. Acilen kana ihtiyaç olan bu kardeşimiz için bir şeyler yapmalıydım. Yapmasam duramazdım. Her türlü kan grubu uyuyorken ben kan veremiyordum. Demir vitamini ve kan ilacı kullananların en az altı ay kadar kan veremediğini öğrendim. Ne yazık ki ben de demir vitamini kullanıyordum. Bu durum beni daha çok üzmüştü ve daha güçlü bir çaba duygusu salmıştı yüreğime. İlk iş olarak facebook sayfamda olayı, öğrenmiş olduğum duyuruyu ufak tefek değişiklikler yaparak yayınladım. Bu yeterli gelmemişti bana. Sanki bir kahraman gibi hissediyordum kendimi. Aklımdaki tek şey ona elimden geldiğince yardım etmek ve yüce yaratıcının yardımı ile de kurtarabilmek istiyordum. Farklı bakış açıları ile çok gülünç bir durum belki. Kahraman gibi hissetmek. Aslında en komik gördüğümüz şeyler bizleri azimli ve güçlü yapmıyor mu? Aslen adını dahi ilk kez duyduğum biri için böyle şeyler hissetmem tuhaf mıydı yoksa doğru olan bir durum muydu? Bunun cevabı verilebilir mi bilmiyorum.

Facebook'ta yapmış olduğum duyurudan çok kısa bir zaman sonra görme engeli bulunan bir arkadaşım paylaştığım duyuruya denk gelmiş olmalı ki beni aramıştı. Kendisi de bir katkıda bulunmak istediğini söyleyip Çarşı taraftar grubunda duyuruyu paylaşmak için izin istemişti. İzin istemesi normal değildi ama iyi niyetine vurup makul karşılamıştım. Çünkü bu tarz durumların herkes için birer vazife olduğunu savunup elden gelen her şeyin yapılabileceği düşüncesine sadık kaldım. Teşekkür edip telefonu kapadıktan sonra aklıma Ülkücü Teşkilata haber vermek geldi. Direkt olarak fakülte başkanını arayıp durumu izah ettim ve onlarda her türlü konuda yardımcı olabileceklerini söylediler. Daha sonra Erciyes Ünifeb ekibi başkanını arayıp onlara da durumu izah ettim. Ufak bir sıkıntı çıktıysa da anlayışla karşılamaları beni çok etkileyip mutlu etmişti.

Bu şekilde herkesin tanımadıkları bir kişi için canlarını dişine takmalarını görmek büyük umut vaat ediyordu. Bir yandan da edilen dualara ve doktorların tedbirlerine kalmıştı her şey. Kısacası çaremiz Allah'tan gelecek güzel bir yardım ve zamandı. Saatlerce bekledim, bekledik. Ama kimseden herhangi bir ses çıkmamıştı. Hayat yoktu ve sanki Kayseri insanlara küsmüş gibiydi. Kimse gülmüyor, konuşmuyor ya da herhangi bir şey yapmıyordu. Belki yapanlar vardı ancak onları da göremiyorduk. Bir ara facebook sayfamda yapmış olduğum paylaşımın altına bir yorum geldi. Zeynep YETİŞ vefat etti. Neye uğradığımı şaşırdım, aklım allak bullak bir şekilde kesin olup olmadığını öğrenmeye çalıştım. Defalarca soruşturmama rağmen tüm yollar Zeynep'in öldüğünü gösteriyordu. Ortalığı velveleye vermeden bir arkadaşıma durumu izah ettim. O da istemeye istemeye - insanların üzüleceğini bilerek - Genç Yürekler grubunda Zeynep'in ölümünü açıklamıştı. ancak fark ettim ki o da ben de bu duyuma inanmıyorduk. Gerçek bir duyum değildi. Bize Göre Zeynep yaşıyordu ve ilerde yaşadığı haberini alınca insanlara karşı mahcup kalacağımızı biliyorduk. Ne yazık ki öyle de oldu. İlerleyen saatlerde bir arkadaşımızın Zeynep'in yattığı hastaneye ziyarete gitmesiyle yaşadığını öğrendik. Bu kez de kimse ne diyeceğini bilemedi. Şaşırdık ama öyle de bir sevinç doldu ki yürekler sanki her şey hayal meyal hatırlanıyor gibiydi. Zeynep yaşıyordu ya artık gerisi hikayeydi. Şu an bu sözleri yazarken içimdeki tükenmek bilmeyen heyecan ve mutlulukla kavruluyorum. Belki halen yoğun bakımda ama yaşıyor Zeynep. Ölmedi ve belki de Kayseri' nin dört bir yanında onun için dualar ediliyor. Bu bana göre geçek bir ironi. Üzüntü ve sevinç bir arada. Belki de böyle olması doğrudur. İnsanların yardımlaşma potansiyelinin ortaya çıkması ve iki duyguyu  bir arada yaşaması gerekiyordu. Siz sevgili dostlar. ne düşünürsünüz bilmem ama yaşadığımız dünyada her tür duyguyu barındırmamız gerektiğini düşünüyorum. Aynı zamanda karşımızda ki insanın kim olduğunun bir önemi olmadan ya da tanıyıp tanımamak gibi bir lüksü olmadan elden geldiğince, gönülde bittiği sürece yardımlaşma çabası içinde olmamız gerektiğine inanıyorum. Belki de Zeynep'in yerin de biz olacaktık. Kim bilebilir? Bir dakika sonra ne olacağını bilmediği halde umudunu yitirmeyen tek şey insan oğludur.

Bu yazıyı yazma amacıma türlü bakış açıları ya da eleştriler gelebilir ancak umrumda olmadığını belirtmek isterim. Ben burada bir ders vermek istedim ve bir amaç gösterdim. Çok hoş bir davranışı anlatmak istedim. Kısacası amacım Zeynep YETİŞ'i tanımayan o kadar insanın çaba sarf ettiğini gösterebilmekti. Aynı zaman da halen yaşayan İnsan diyebileceğimiz insanların bulunduğunu göstermekti. Halen de yoğun bakımda bulunan Zeynep YETİŞ'e Allah'dan acil şifalar, ailesine sabırlar diliyorum.

Hamit AŞKIN

Korona mı insan mı?

Merhaba çok değerli arkadaşlar, size iyi niyetimle azıcık da olsa kendimden bahsedeceğim. Yalan söylemeyeceğim, insanlardan hatta insanlıkta...